Önümüzdeki ay Santiago de Compostela şehrine gidiyorum ilk kez ve hakkında minicik bir bilgi kırıntısı bulsam okuyup derlemeye alır oldum. Son olarak da araştırmalarım sonucunda Brezilyalı ünlü yazar Paulo Coelho’nun ‘Hac’ adlı romanında Santiago’ya yaptığı hac yolculuğunu anlattığını öğrenir öğrenmez romanı alıp okuyuverdim. Uzun zamandır okumaya hasret kalmışlığın verdiği susamışlıkla kitabı çabucak bitirdim ve nedense pek bir merak ettiğim Santiago de Compostela’yı ve yapılan bu hac yolculuğu hakkındaki tüm soru işaretlerimin cevabını alarak öğrendim. Gitmeden önce kitapla ilgili görüşlerimi paylaşırken şehirden döndükten sonra da şehir ve gözlemlerimle ilgili aldığım notları paylaşacağım.
YENİDEN DOĞUŞA YOLCULUK
Yol arkadaşı ve rehberi Petrus’un “Bir dağın yüksek olup olmadığını anlaman için o dağa tırmanman gerekmez” sözüyle daha yolun başında hac yolculuğunun esas amacını belirlemede ilk adımını atıyor Paulo Coelho. Aslında yola çıkarken bu olguyu yalnızca ‘hac’ ibadeti olarak görürken esasında tam anlamıyla gerçekleşecek bir iç yolculuk olduğunu adımları ilerledikçe farkına varıyor yazar.
Evet, ana kahramanımız yani romanın baş karakteri, kendi hikayesini kaleme alan yazar Paulo Coelho. Dolayısıyla tüm hikaye baş karakter üzerinden ilerlerken, romanın diğer ana karakteri ve yazarın yol arkadaşı Petrus ile yol boyunca karşılaşılan ve yolculuğu zenginleştiren, bütünleştiren yan karakterleri de hikayenin içinde görüyoruz.
1986 yılında çıktığı hac yolculuğunu kaleme aldığı kitapta, aslında yazarın kendi ‘içsel yolculuğunu’ dinliyoruz. Bu sebeple de ne denli kişisel bir anlatım olduğunu tahmin etmek daha kitabı elinize aldığınızda okuduğunuz arka kapak yazısından mümkün oluyor. Böylelikle henüz kitabı okumaya başlarken yazarla birlikte siz de bir yolculuğa çıkmış oluyorsunuz ister istemez.
Başlarda yazarın yolculuğa çıkış öyküsünü öğrenirken sayfalar ilerledikçe rehberi Petrus’la olan çekişmeli ama bir o kadar da derin ve kuvvetli ilişkisini gözlemleme şansı buluyorsunuz. Petrus, hikayenin içinde öğretici bir karakter konumunda. Zaten adı üstünde; rehberimiz. Roman boyunca çeşitli konularda sarf ettiği bilge cümlelerle hem yazarı hem de okuru düşündürerek yazarın bireysel bakış açısı ve yorumları üzerinden okuyucuyu da düşünürken kendini sorgulamaya sevk ediyor.
Tabii Petrus’un ışığında yürünen yolda baş kahramanımız olan yazarımız da kendi iç hesaplaşmaları, korkuları, endişeleri, hüzünleri, sevinçleri ve hayalleriyle sıkça hesaplaşmak zorunda kalırken; hem kendi yaşamını irdeleme hem de zaman zaman objektif bir gözle dünyayı görme şansını yakalıyor. Okur olarak siz de yolculuğun içinde ilerledikçe aslında önemli olanın varılacak hedeften ziyade o hedefe giderken izlenen yol olduğunu kavrıyorsunuz.
**
Petrus, “Bir hedefe doğru ilerlerken yola dikkat etmek çok önemlidir.” dedi. “Hedefe nasıl varılacağını bize en iyi yol öğretir, yol yüründükçe bizi zenginleştirir.”
**
BİR BİLGEYLE YÜRÜMEK
Baş karakterimizin en büyük şansı şüphesiz yolculuğuna diğer ana karakter olan Petrus ile devam etmesi. Çünkü biliriz ki insan, yaptığı her tür yolculukta gerek içsel olarak gerek gerçek anlamda bir yol arkadaşına ihtiyaç duyar. Yalnız olarak gerçekleştirmeyi hedeflediğimiz yolculuklarda bile çoğu kez iç sesimiz bize eşlik eder ve bizi yönlendirir. Dolayısıyla Petrus’un romana olan katkısı yadsınamaz ölçüde önemli. Anlamlı sözleri, yazarı gerektiğinde zorlu yollara iterek çeşitli egzersiz ve ritüellerle hem psikolojik hem de bedensel olarak aslında yapabileceğini göstermesi zaten hikayenin iskeletini oluşturmakta.
Romanda bahsi geçen ve oldukça fazla yer verilen ve ayrıntılarına değinilen bu egzersizler, yazarın gerçekten de mensubu olup olmadığını tam kavrayamadığımız RAM tarikatinin önemli bir parçasını oluşturmakta. Lakin gerçekte de RAM tarikati var mı yok mu, romandan yola çıkarak emin olmamız pek mümkün değil.
Petrus ise bu egzersizleri anlatan ve yolculukta görülmesi ve öğrenilmesi gerekeni öğreten kişi olarak aslında yazara doğru yolu değil, gerçek anlamda hedefinin ne olduğunu kavramasını sağlarken hayatta neler yapabileceğini, zorlukların üstesinden nasıl geleceğini gösteriyor. Yazar da bu yolda çeşitli sınavlar veriyor ancak bunların hepsi sonuçta kendi iç hesaplaşmalarının bir göstergesi oluyor. Ancak bu bağlamda Petrus’u yalnızca bir rehber olarak görmemiz doğru olmaz çünkü aslında kendi deneyimlerini yazarla paylaşarak ona balığı tutan kişi değil, balığı tutmasını öğreten kişi olarak karşımıza çıkıyor. Üstelik zaman zaman geri çekilerek yazarın, yaptığı yolculukta tek başına kalması gereken zamanlar olduğunu da hatırlatıyor.
Baş kahraman yazar ise yolculuğuna başlarken yürümeyi yeni öğrenen küçük bir çocukmuşçasına ürkek atıyor adımlarını. Ta ki kâh elinden tutan kâh elini bırakan yol arkadaşı Petrus gelene dek. Petrus’la karşılaştıktan sonra hem merak ettiklerini sorguluyor hem de ürkek tavırları, öğrendikçe yerini eskisinden çok daha güçlü bir özgüvene bırakıyor. Zaman zaman acıyı hissetse dahi Petrus’a olan buruk kızgınlığı, hayallerini keşfettikçe ve savaşmayı öğrendikçe silinip gidiyor.
**
“Yürekten savaş, hayallerimiz uğruna verilen savaştır. Gençken ve hayallerimiz yüreğimizde ilk kez tüm güçleriyle patladığında çok cesuruzdur, ama henüz nasıl savaşılacağını öğrenmemişizdir. Büyük bir çaba göstererek nasıl savaşılacağını öğreniriz, ama o zaman da artık savaşa girecek cesareti kendimizde bulamayız. O yüzden, kendimize yönelir ve içimizde savaşırız.”
**
NİÇİN PETRUS?
Petrus, karakter olarak bu romanda öne çıktığı ölçüde arka planda kalan bir karakter. Baş kahramana yol gösterdiği zamanlarda ve bilge sözleriyle felsefe yaparken öne çıkıyor ama aslında romanın geneline baktığımızda tüm hareketliliği yazarın gerçekleştirdiğini görüyoruz. Roman boyu Petrus kimdir, nereden gelmiştir ve niçin yazara bu yolculukta eşlik etmiş derken romanına sonlarına doğru aslında tüm bağlantıların ne anlama geldiğini keşfediyoruz:
**
“Ancak öğreterek öğrenebilirsin. Santiago Yolu’nu birlikte yürüdük, ama sen alıştırmaları öğrenirken ben de onların anlamını öğrendim. Sana öğretirken ben de gerçekten öğrendim. Sana yol gösterirken, kendi doğru yolumu buldum.”
**
Böylelikle pragmatizmin öneminin de altını çizmiş oluyor roman. Nitekim daha başlarken mesajın verildiğini sonunda da vurgulanmasıyla farkına varıyoruz:
“…bilgeliğin ancak bir engelin üstesinden gelinmesine yardımcı oluyorsa bir anlamı vardır.”
HAC OLGUSUNA FARKLI BİR BAKIŞ
Hac, kelime anlamı olarak tek tanrılı dinlerde kutsal olan yerin yılda bir kez ziyareti anlamına gelir. Ancak bu roman dinsel öğeleri yoğun bir şekilde işlemesine rağmen aslında ‘hac’ olgusunu içsel bir yolculuk olarak ele alıyor. Bir anlamda baktığımızda da bunun ne denli doğru olduğunu anlıyoruz çünkü esasen inanmak veya doğru yol olarak nitelendirdiğimiz şey zaten iyi bir insan olmaktır. Bu hedefe giden her yol ise sembolik olarak hac adıyla tanımlanabilir gerekirse. Ne de olsa amaç, aslında o yolda yürürken öğrendiklerimiz ve farkına vardıklarımızdan ibarettir. Bunu da ancak yolculuğu tamamladığımızda anlamamız mümkün olabilir.
Paulo Coelho’nun bu romanını okurken kendisiyle birlikte yolculuğa çıkmışsınız hissine kapılıyorsunuz yazımın başında da belirttiğim gibi. Romanı okurken sıkılmıyor aksine yol nasıl bitecek, nereye bağlanacak diye merakla atıyorsunuz adımlarınızı. Sonuç olarak yolculuk üzerinden yapılan felsefi sorgulamalar da sizin kendi objektifinizi oluşturmanızı sağlarken hayallerinizi ve hedeflerinizi gözden geçirmenize olanak tanıyor. Bu açıdan baktığınızda romanın size kazandıracağı olumlu bir etki olduğunu söyleyebilirim ancak yine de ‘mutlaka başucunuzda olsun’ diye nitelendirilecek romanlardan biri değil bana göre. Belki yazarın diğer romanlarını okuyacaksanız veya okuduysanız size bağlantı kurmanızda ciddi bir yarar sağlayacak bir roman olduğu için okumanızı önerebilirim. Nitekim Paulo Coelho’nun yazdığı bu ilk romanı Hac, Pireneler’den yola çıkarak Santiago de Compostela’ya yaptığı hac yolculuğunun bir aynası olurken, sonrasında kendisini dünyaya tanıtacak olan başta ünlü romanı Simyacı olmak üzere birçok romanının ana karakterini içerisinde barındıran yolculuğun da ta kendisi.