Belçika, Brugge merakım nedeniyle bir gün gitmek istediğim destinasyonlardan biriydi ancak ilk sıralarda yer almıyordu açıkçası. Ucuz bilet kampanyaları sağ olsun bir anda Brüksel’de buldum kendimi. Noel tatilinde Avrupa’da olmak zaten çok keyifli ancak Brüksel bu keyfi iki katına çıkardı diyebilirim kesinlikle. Onca süsleme, ışık gösterileri, kış pazarları, sıcak şarap, dört bir yandan gelen waffle ve patates kızartması kokusu… Her yer Kopenhag’taki Tivoli tadındaydı!

Brüksel merkeze ulaşım
Brüksel’de iki hava alanı mevcut : Bruxelles Airport ve Charleroi Airport. Pahalı havayolları şehir merkezine yakın olan Bruxelles Airport’u tecih ederken ucuz havayolları ise Charleroi’yı tercih ediyor. Charleroi dediysem, hava alanı Brüksel’de değil ne yazık ki. Bambaşka bir şehir olan Charleroi’da. Dolayısıyla merkeze ulaşım oldukça pahalı. Trenle aktarma yaparak ulaşmanın yanı sıra bizdeki Havabüs tarzı otobüslerle Brüksel’e varmak daha kolay ve mantıklı. Charleroi’dan yarım saatte bir kalkan otobüslerle bir saatte Brüksel’e varıyorsunuz. Kişi başı ücret 17 euro ancak bileti önceden online alırsanız ücret 15 euro oluyor. Flibco adlı otobüsler sizi merkezdeki Bruxelles Midi yani güney istasyona bırakıyor. Buradan metroyla tarihi merkeze gitmeniz mümkün. Aynı noktadan Bruxelles Central Station’a da varabilirsiniz. Merkez istasyona yakın yerde konaklıyorsanız trenle gitmek daha mantıklı çünkü Belçika’da tren sistemi pek güzel. Gideceğiniz destinasyona kadar açık bilet alıyorsunuz ve gün içinde istediğiniz kadar kullanabiliyorsunuz. Elbette gideceğiniz yere göre fiyat değişiyor ancak merkez ve güney istasyon arası metro ile aynı fiyat : kişi başı 2.20 euro. Bruxelles Central Station, adından da anlaşılacağı gibi şehrin kalbinde; Grand Place’a beş dakika mesafede. Midi Station ya da Flamanca adıyla Zuid Station ise merkezin biraz dışında, göçmenlerin yaşadığı bölgede yer alıyor. Aman çantalara dikkat!

Brüksel’de konaklama
Konaklama konusunda tavsiye vermek gerçekten zor ancak Noel dönemi diye risk almak istemediğim için otelimi önceden ayarladım ben Booking üzerinden. Fakat hafta içi ve cuma gecesi konaklayacağım otelde cuma günü için hafta sonu tarifesi uygulanınca merkezde başka bir otel arayışına girdiğim için fiyatlar üzerinden birkaç öneride bulunacağım.
Ben dört gece boyunca merkeze 1 km mesafedeki Hôtel du Congrès‘de kaldım. Performansına göre oldukça uygun fiyatlı bir oteldi ancak çalışanlar pek ilgisiz ve suratsızdı. Neyse ki anahtar bırakıp alma dışında pek muhatap olmadım. Otel, 19.yy’dan kalma iki binanın birleşiminden oluşmakta ancak dışı ve içi aynı güzellikte değil. Labirent gibi olan otelde her yer gri ve dümdüz. Oldukça da modern bir iç tasarıma sahip. Konaklama benim için en önemsiz unsur olduğundan temiz ve düzgün olması benim için yeterliydi.
Hemen Congrès’nin bir arka sokağındaki Hotel Sabina da sırt çantalı gezginler için uygun ve düzgün bir oteldi; ancak yer bulmak zor olabiliyor.
Asıl tavsiyem ise cuma gecesi konakladığım Hotel La Madeleine. Burası merkezin ve Grand Place’ın ve hatta Bruxelles Central Station’ın dibinde olduğu için ulaşım inanılmaz rahattı; kesinlikle tavsiye ederim. Çalışanlar da oldukça güler yüzlü ve yardımcıydılar. Çok güzel bir bina ancak vintage bir otel tarzında olduğundan biraz eski. Merkezde olduğu için de gece gürültü olabiliyor ancak şehrin kalbinde olmak pek keyifli.

Brüksel’de görülecek yerler
Bu içerik de aslında tıpkı konaklama gibi biraz kişisel derlemeler barındırabiliyor haliyle. İlgi alanları ve öncelikler belirliyor haritada iğnelediğiniz yerleri he daim. Elbette Lonely Planet’a baktığınızda “Brussels’ Top 10 Attractions” ın içinde yer alan noktalar da mevcut ancak herkes müzeye bayılmadığı için veya büyük meydanlar dışındaki bazı yerleri es geçebildiği için bu konuda da yine bireysel derlememi paylaşacağım.
1.Grand Place : Muhteşemdi! Gecesi ayrı gündüzü ayrı güzeldi. Noel dönemine denk gelmesem bu denli aklıma kazınır mıydı bilmiyorum ama meydandaki altın kaplamalı 15 ila 17.yy’dan kalma yapılar, belediye binası gerçekten çok güzeldi. Noel’de gelmenin en güzel yanı meydanı, ortasındaki dev Noel ağacıyla görmek ve Avustralyalı şarkıcı Sia’nın yayımladığı Noel özel albümündeki şarkılar eşliğinde binalara yansıtılan ışık gösterleriyle izlemek oldu. Neredeyse her akşam otele giderken veya merkezde dolaşırken mutlaka yolumu düşürdüm, geçtim meydandan ve izledim gösterileri. Zaten şehrin kalbi de Grand Place ve çevresinde atıyor. Buradan tüm şehri yürüyerek gezmek pek keyifli.

2.Place St Gudule ve St.Michael Katedrali : Merkeze yakın bu meydan, adını Flaman azize Gudule’den alır. 1047 yılından beri ayakta olan devasa kilise St.Michael ise adını Başmelek Mikail’den alır. 1962 senesinde katedral statüsüne erişen kilise, otele yürüyüş yolumda olduğu için her gün yanından geçerek inceleme şansım oldu. Meydan da, hafif bir tepede konuşlanmış devasa katedral de görülmeye değer.
3.Manneken Pis : İşeyen çocuk heykeli ah! Neden bu kadar ünlü ve simge bir heykel olduğunu görünce anlayamıyorsunuz! Navigasyona inanmasam yanına gidene dek yanlış geldiğimi düşünecektim neredeyse. 500’den fazla kostümü olan bu minicik işeyen çocuğu ben de kostümlü gördüm ve neredeyse büyüteçle bakacaktım! Gitmişken görülebilir ancak görülmese de kesinlikle bir şey kaybedilmezmiş.

4.Place du Sablon ve çevresi : Müzeler bölgesinin yakınında kalan bu güzel meydanda Église Notre–Dame du Sablon Kilisesi, Jardin du Petit Sablon ve içerisinde bulunan 48 heykelle, büyülenmemek işten değil. Civarda mola vermek için ise JAT’ Café’ye uğramalısınız. JAT’ Café’nin de olduğu Sablon bölgesi biraz daha modern ve hipster bir bölge.

5.Mont des Arts / Kunstberg : Merkez tren istasyonundan yukarıya doğru Port of Namur’a çıkarken şehrin önde gelen müzelerinin bir arada bulunduğu müzeler bölgesi nam-ı diğer Sanat Dağı, Science Museum, Old Masters’ Museum, Magritte Museum ve Fine Arts Museum’dan oluşuyor.

6.Magritte Müzesi : Belçikalı gerçeküstücü ressam Rène Magritte’in afiş ve eserlerinin bulunduğu müze, Brüksel’de en çok merak ettiğim müzeydi. Giriş ücreti 8 euro. Müzeyle ilgili en büyük hayal kırıklığım ise eserlerin yanında herhangi bir açıklama olmamasıydı; olan ufak tefek açıklamalar ise yalnızca Fransızca ve Flamanca idi ne yazık ki. Üç kata yayılan müzeyi tamamıyla gezdikten ve Rène Magritte hakkında birkaç yazı okuduktan sonra anladım ki her şey salt yoruma açık. Belki de bu nedenle fazla açıklama yoktu; kim bilir! Çünkü Magritte der ki :
“Benim resimlerim hiçbir şey anlatmayan görsel imgelerdir. Akla gizemi getirirler. Doğrusunu isterseniz, benim resimlerimi gören biri kendi kendine şu basit soruyu sorar: ‘Bunun manası ne?’ O resmin bir manası yoktur. Çünkü zaten gizem de aslında hiçbir şeydir, bilinmeyendir.”

I.Dünya Savaşı’nda yaşanan felaketlere tepki olarak ortaya çıkan sürrealizm (gerçeküstücülük) aslında sert ve şaşırtıcı bir üsluba sahiptir ve genel geçer estetik kurallarından da uzaktır. Yoruma fazlasıyla açık, izleyiciyi düşünmeye iten felsefi bir dil barındırır. Rène Magritte, dünyadaki en önemli gerçeküstücü ressamlardandır ve eserlerinde çoğunlukla başı örtülü kadınlar, adamlar görürsünüz. Ressam, röportajlarında her ne kadar kabul etmese de çocukluğunda nehirde intihar ederek boğulan annesinin yüzünde bir örtüyle sudan çıkarılışına tanık olmuş ve sanat yaşamında da sıkça yüzü örtülü figürler resmetmiştir. Uzun yıllar afiş ve reklam tasarımcılığı yapan Magritte’in birçok ünlü afişini de müzede görmek mümkün.

Benim en çok beğendiğim eseri ise ‘Return’ oldu. Yoruma açık. Birçok yönden.

7.MIM : Music Instruments Museum (Old England Building) : Art Nouveau akımının Avrupa’daki en güzel mimari örneklerinden olan yapı, günümüzde müzik enstrümanlarına müze olarak ev sahipliği yapıyor. Mont des Arts’ın hemen yanı başında bulunan bina size Gaudí’nin Barcelona’daki metal ağırlıklı binalarını hatırlatıyor. Özellikle de La Rambla yakınlarındaki Palau Güell’in ön cephesinden esintiler varmış gibi bir hisse kapılıyorsunuz.

8.Galerie Horta : Merkezde bulunan galeride çizgiroman karakterleri ve Şirinler Müzesi bulunmakta. Hemen önündeki minik meydanda ise polyesterden dev bir Şirin heykeli konuşlanmış durumda. Giriş ücreti 10 euro. Şirinler severler için bir de dünyanın en şirin Şirinler butiğini bulundurmakta!

9.Galeries Royales St. Hubert : Avrupa’nın büyüleyici şıklıktaki pasajlarından Galeries Royales St. Hubert, 20 Haziran 1847’de resmi açılışını yapar. İçerisinde hala tiyatro, sinema, müze, kafeler, şık restaurantlar ve mağazalar bulunduran pasaj, zamanında Fransız yazarlar Victor Hugo ve Alexander Dumas ile tarihçi Edgar Quinet’nin buluşma noktasıymış. Aynı zamanda Café des Arts’a zamanın yazar ve sanatçıları güzel sohbetleriyle eşlik ederlermiş. Düşüncesi bile güzel!

10.Beurs : Brüksel Borsa binası, güzel yapıların şehri Brüksel’in şüphesiz en görkemli ve iyi korunmuş yapılarından biri. Çeşitli sergilere ev sahipliği yapan bu gösterişli yapı, sütunlu girişiyle antik Yunan eserlerini andırır. Ben gittiğimde Pompei sergisi vardı ve çevresi kış pazarlarıyla kaplıydı. Bir de Noel ve yeni yıl nedeniyle dört bir yanı ışıklandırılmıştı ve özellikle de akşamları Grand Place’tan çıkıp civarda yürürken sizi, farklı farklı birçok film karesine maruz bırakıyordu.


11.St.Catherine Meydanı ve çevresi : Bu bölge öyle sevimliydi ki! Yine sıcak şarap kokulu kış pazarları, hayatımda gördüğüm en güzel dönme dolap ve vintage dükkanlarla çevrili bölgede çok uzun vakit geçirdim. Dönme dolabı defalarca izledim ve çocuk gibi eğlendim.

12.St.Géry Hall ve çevresi : Tuğla ve metallerden oluşan cephesiyle Brüksel’in en güzel yapılarından St.Géry, eski bir Ortaçağ kilisesinin yıkılmasının yerine yapılmış 1799 senesinde. Şu anda ise içerisinde kosept bar ve publar, kafeler bulunuyor.

13.Place du Madou ve Monument of Congess : Bu meydan ilk kaldığım otelin yanı başında olduğu için merkeze yürürken defalarca geçtim içinden. Kongre Anıtı, Brüksel’in simge yapılarından biri. Minik meydanda en dikkat çeken yapı bağımsızlık anısına dikilen 47 metre uzuluğundaki Kongre Anıtı.

14.Rue Neuve : Brüksel’in her markayla karşılaşabildiğiniz alışveriş caddesi. Bir tur atıp alışveriş yapabilirsiniz.
15.Justice Palace : Ixelle’e yürürken karşınıza çıkan Justice Palace, Brüksel’in 19.yy’dan kalma en büyük yapısı. Ben ordayken restorasyonda olduğu için dış cepheyi doğru düzgün inceleyemedim.

16.İspanya Meydanı : Don Quijote ve Sancho Panza’nın Madrid’deki İspanyol Meydanı’nda bulunan heykelini bilen bilir. Bunun bir kopyası da Brüksel’de karşımıza çıktı. Belçikalılar bu heykelleri İspanya’nın ihtisas dönemi adına bir hediye olarak meydana konuşlandırmışlar. (Gracias a patata y cacao) Aynı meydanda ünlü Macar besteci Bela Bartok’un da heykeli bulunmakta. Kendisi Brüksel’i çok fazla ziyaret eder ve ününe de bu şehirde kavuşur; heykel bunun anısına yapılır ve Merkez Tren İstasyonu ile Grand Place arasında kalan bu minik meydana yerleştirilir.

Brüksel’de yeme-içme meselesi
En mühim mesele! İtalya’dan sonra her şeyini sevdiğim ikinci ülke! Çünkü sevdiğim her tadın vücut bulmuş hali Brüksel sokaklarıydı. Etrafta hiç bitmeyen vanilyalı, karamelli waffle kokusu, çikolatalı parfüm sıkılmış gibi esanslı sokaklar, karnım tokken bile canımın her daim çektiği patates kızartmasının o çekici kokusu, tadına bayıldığım blonde biraların o aromalı ve bizdeki gibi olmayan mis gibi kokuları… Benim için yeme-içmenin en kolay olduğu, hazzı doruklarda yaşadığım ikinci ülke oldu bu nedenle. Yemeklerin yanı sıra güzel kahvecileri de keşfetmeden gelmedim elbette! Pek çok üçüncü dalga kahveci tarihi kent merkezinin çevresine yayılmış durumdaydı; şanslıydım. Ancak kahve, diğer Avrupa ülkelerine kıyasla biraz daha pahalıydı diyebilirim. Detaylı olarak bahsetmem gerekirse; denediğim, derlediğim ve sevdiğim yeme-içme mekanları şu şekilde :

Bia Mara : Gidip kızarmış balık ve patatesini yedikten sonra anladım ki yemeden dönsem çok pişman olurmuşum! Brüksel ve hatta diğer şehirleri de dahil edersem Belçika’da yediğim en enfes patates kızartması da buradaydı. Muhakkak deneyin!


Manhattn’s Burger :‘There is a New Yorker in every city’ sloganıyla şehirde baş gösteren nefis burgerci Manhattn’s Burger ise günler sonra kızartmadan yorgun düşen bünyemi canlandıran yer oldu. Pek güzel burgerleri var; seviyorsanız gitmişken mutlaka uğrayın.
Panos : Ara öğünler ve atıştırmalıklar için sandviçlerini tavsiye edebileceğim ve her köşe başında bulunan Brükselli Subway diyebilirim. Çeşit çeşit burger ve sandviçlerinden deneyebilirsiniz. Fiyat performans açısından oldukça uygun bir yerdi.
Exki : Deneme şansım olmadı ancak gördüğüm ve incelediğim kadarıyla enfes salata ve burgerleri vardı. Kızartmayla dans eden kalbinizi biraz rahatlatmak isterseniz sağlıklı bir kaçış noktası. Bizdeki Plus Kitchen tarzında bir yer; vegan ürünler de mevcut.
Delirium : Sakin ve envaiçeşit biranın olduğu pub! Vişnelisinden karamellisine seç beğen iç! Bira ülkesinde biralar ne yazık ki beklediğimden çok daha pahalıydı; tek hayal kırıklığım bu oldu. Onun dışında bünyem el verdiğince her biranın tadına bakmaya çalıştım.


Maison Dandoy : Brüksel’in tarihten beri süre gelen waffle’cısı Dandoy. Ben hata edip başka yerlerde şansımı denedim ve hiç beğenmedim ve kilometrelerce yürümekten Dandoy’da waffle yemeye ne yazık ki vakit bulamadım. Ancak şunu söyleyebilirim ki Gent’te sokak satıcısından alıp sade olarak yediğim waffle’ın tadı hala damağımda! Kış pazarlarına denk gelmenin en muhteşem yanı kesinlikle bir sürü sokak yemeği deneyebilmek oldu.
OR Coffee : Zincir üçüncü dalga kahveci ama yerellerin takıldığı bir kahveci. Atmosferi pek güzel ve tarihi kent merkezine de pek yakın olması nedeniyle mola vermek için ideal bir yer.

JAT’ Café : Sablon yakınlarında hipster üçüncü dalga kahveci. Brüksel’de kar yağmaya başlayınca hızlıca notlarımdan yerini bulup sığındığım kafe! Americano’su oldukça başarılıydı. Bir de yine en güzeli kafenin müdavimlerinin hep yerellerden oluşmasıydı sanırım. En sevdiğim şeylerden biri de gezdiğim yerlerle ilgili notları okuyup etrafı gözlemlediğim yerel kafeler kesinlikle. Kafeye uğramışken Brüksel’in en sevimli kültür haritasını da baristalardan ücretsiz olarak istemeyi ve kafenin kartpostallarından almayı unutmayın!



Kızartma meselesi : Belçika’da her köşe başı abartısız kızartmacılar, waffle’cılar ve çikolatacılarla dolu! Birkaç tane denedim ama en başarılısı Fritland idi. Yine de diğer yiyeceklerde olduğu gibi kış pazarlarındaki sokak satıcılarının patatesleri en güzelleriydi şüphesiz. Ancak patateslerin olayı kesinlikle enfes soslar! Neredeyse hepsini denedim ve favorim Andalouse sos oldu. Soslar patateslerin yanında 80 cent karşılığında ücretli olarak satılıyor ama oldukça da bol veriliyor. Patatesler ise külahlarda boy boy satılıyor ve ücretler 3 euro civarında. En sevdiğim soslardan bazıları ise : Amercaine, Tartare maison, Samurai idi. Gitmişken Avrupa’nın enfes mayonezlerini ve hardallarını da es geçmeyin derim. Bizdekilerle alakası yok.

Çikolata meselesi : Butik çikolatacılar çok ama çok pahalıydı gerçekten. Zincir Belçikalı çikolatacılardan yana kullanabilirsiniz şansınızı. Ancak ben açıkçası büyülendiğimi söyleyemeyeceğim. Hediye alacaksanız marketlerden Belçika menşeili ürünler seçmek daha mantıklı. En ünlü Belçikalı çikolatacılar : Elisabeth, Leonidas, Galler, Godiva. Bunları her köşe başında ve marketlerde görmek mümkün.



En büyük pişmanlığım : The Music Village! Merkezdeki caz kulübü. Kaç kere yeltenip ne kuyruklar bekledim ama bir türlü girmeyi başaramadım ama son gece neredeyse ağlayacaktım; abartmıyorum. Nitekim enfes bir caz kulübüydü; her gece başka bir program vardı ve hafta içi olmasına rağmen her akşam tıklım tıklımdı; yer bulamadım. Konser ücretleri ise 10 ile 20 euro arasında programa göre değişiyor. Web sayfasından programları takip edip iç geçirebilirsiniz. Hala içimde bir yara 😦


Kısa kısa Brüksel ve Belçika:
Güzel şehir öncelikle. Bir daha gider miyim bilmiyorum ama belki de özellikle Noel zamanı gittiğim için sevdim. Her şey bir yana ışıklandırmalar ve süslemeler gerçekten büyüleyiciydi şehirde. Geçen yıl Noel döneminde gittiğim Amsterdam ve Kopenhag’ta aynı tadı bulamamıştım açıkçası.

- Avrupa Parlamentosu’na ev sahipliği yapan bir şehir Brüksel.
- Washington’dan sonra dünyanın en yeşil ikinci başkentiymiş ancan kış döneminde o yeşili çok hissedemesek de yaz dönemini hayal etmek zor olmadı; çok güzel parklar var şehre yayılmış halde.
- Ülkenin %85’i Fransızca konuşuyor. Flamanların çoğunlukta olduğu bölgelerde ise daha çok Flamanca hakim haliyle. Özellikle kıyaslamam gerekirse Brüksel’de her şey Fransızca! Küçük şehirler Brugge ve Gent’te gözlemlediğim ise sokak isimlerinden dükkanlara her şeyin Flamanca olması oldu. Yine de iki dilli, arada kalmış bir ülke Belçika.


- Kuzeyde olmasına karşın insanların, dış görünüşleri bakımından ayırt edici olduğunu söyleyemeyeceğim. Dillerinden ve ülkenin konumundan da anlaşılacağı gibi ülke insan tipi bakımından da tam bir karışım diyebilirim
- Etrafta çok fazla asker vardı günün her saati. Avrupa Parlamentosu’na ev sahipliği yaptığı için mi yoksa Noel dönemi olduğu için güvenlik açısından mı bilmiyorum ama oldukça dikkatimi çekti

- Bir de şu binalara yapılan yansıtma meselesi! Yine her köşe başında binalarda yansıtma resimler mevcuttu. Bazen onları bulmak adına kovalamaca oynadım çocuk gibi:)


Sonsöz :
Yazımın başında da dediğim gibi Brüksel gitmeden önce de en çok görmek istediğim yerler arasında ilk 5’te bulunmuyordu, şehirden döndüm hala Avrupa’daki şehirler arasında ilk 5’imde yer almıyor ancak inanılmaz keyifli ve güzel vakit geçirdiğimi söyleyebilirim. Dönmeden önce son gece bile bilmem kaçıncı kez sokaklarından,meydanlarından bir kez daha, bir kez daha yürüdüm. Ayrılık acısı çökünce son saniyeye kadar şehri koklamak biraz da olsa iyi geliyor sanırım ruhumu iyileştirmeye. Yine de çok şey öğrendiğim ve çok güzel vakit geçirdiğim ama çokça üşüdüğüm için, iri iri karlar yağarken enfes sokaklarında kilometrelerce yürüyebildiğim için teşekkürler Brüksel! Au revoir!

Son not : Hala kulaklarımda Brüksel deyince Sia’nın yorumladığı ‘Santa is coming for us’ çalıyor Grand Place sağ olsun! Yazıyı okurken dinleyiniz efeniim 🙂