Santiago de Compostela’ya gitmeye nasıl ve niçin karar verdiğimi hiç hatırlamıyorum ama içimden bir ses oraya gitmem gerektiğini söylemişti geçen yıl. Öylesine çıkan bir fikrin ardından biletimi alana dek birçok kez dergilerde ve maillerde karşımda beliriverdi bu puslu şehir. Sonunda Eylül ayı geldi, THY Wingo kampanyasını yaptı ve ben yine sömestr için bilet bakarken tercihimi Santiago’dan yana yaptım. Buraya gitmeyi planladığımı söylediğim birçok insan ‘Ruhani bir yolculuk, öyle mi?’ dedi ancak tamamen şehrin ruhunu solumaya gidiyordum; bilmiyorlardı.
Santiago hakkında İstanbul’da hiçbir kitapçıda bir rehber bulamadım ve aylarca çeşitli yabancı blogları araştırıp notlar aldım. Dünyaca ünlü yazar Paulo Coelho’nun ilk romanı olan ‘Hac‘ı da buraya yaptığı yolculuktan sonra yazdığını öğrenince gitmeme iki ay kala romanı okuyarak bu yolculuğu anlamaya çalıştım ki dönünce gözlemlerimi daha iyi anlatabileyim. Ardından yine gitmeme iki hafta varken Camino de Santiago’yu anlatan ‘The Way‘ filmini de izleyince ‘Tamam’ dedim, artık gitmeye hazırım.

Zaman su gibi akıp geçti ve 31 Ocak sabahına uyandık. Şiddetli lodos nedeniyle birçok seferini iptal eden THY neyse ki Santiago seferini iptal etmemişti de tedirginlikle olsa da uçuşumuzu bol türbülanslı ve biraz da gecikmeli olarak gerçekleştirebildik. Atatürk Havalimanı’ndan kalkışımızdan yaklaşık dört saat sonra ilk durağımız olan Bilbao’ya indik. Yaklaşık 30 dakika yolcuların inmesini ve bilet kontrolünü bekledikten sonra Santiago’ya iniş için tekrar havalandık. Nihayet toplamda altı saat süren yolculuğun sonunda Santiago de Compostela’ya sarsıcı bir iniş yaptık. Pronto Tur’un Portekiz-İspanya tur kafilesini saymazsak Santiago’ya adım atan tek Türk bizdik. Havaalanından çıkınca hemen kapının önünden yarım saatte bir kalkan şehir merkezi otobüslerine bindik. Üzerinde ‘AEROPORTOS’ yazan turuncu bir otobüs; Barcelona’daki Aerobús’la aynı. Kişi başı 3 euro ödeyerek son durak olan Praza de Galicia’ya kadar 20 dakikalık bir yolculuk yapıyorsunuz. Yol çok enteresan. Doğanın kucağında ilerliyorsunuz uzunca bir süre. Sonunda şehir merkezine varınca maceralar da başlamış oluyor tabii…
Praza de Galicia durağında iniyoruz. Praza muhtemelen Gallego dilinde plaza yani meydan demek diye bu yeni dili çözmeye çalışıyoruz. İspanya’da her zaman İspanyolca bilmek yetmiyor; malum castellano dışında üç resmi dili daha var bölgelerine göre : Galiçyaca, Baskça ve Katalanca. İlk gördüğümüz kadına otelin bulunduğu meydanı soruyoruz ama tam olarak bilmeyerek bizi katedral tarafına gönderiyor. İlk defa ayak bastığımız şehirde kafalarımız karışık. Zaten yolda gelirken iri iri yağan dolu moralimizi oldukça bozduğundan her an boşanabilecek yağmur karşı da hazırlıklı olmalıyız.

Sağa sola sora sora yönümüzü bulma çabalarımız devam ediyor ve bir saatin ardından aradığımız yeri buluyoruz. Alt kat girişi bar olan bu konukevinde ne yazık ki yer olmadığını öğrenip hemen civarındaki otellere de yer soruyoruz. Oralarda da yer bulamayınca valizlerle birlikte çocukları Praza de Cervantes’te bırakıp Şeyma’yla daracık sokaklarda kaybolarak kendimize yatacak bir yer aramaya koyuluyoruz. Sonunda Casas Reais Sokağında bulunan ve otelin adını da bu sokaktan aldığı Hotel Casas Reais‘te iki adet boş oda buluyoruz. Resepsiyondaki adam gecelik 59 euro ücreti olduğunu söylüyor ancak hesaplarımızı ikiyle çarpıyor bu fiyat. ‘Son fiyatınız mı, indirim yapamaz mısınız, 50 euro olmaz mı’ derken adamcağız patronumla görüşeyim diyor. Sonra José’yi arayıp Galiçyaca bir şeyler konuşuyor, anlamıyoruz. Telefonu kapadıktan sonra ’45 euro, tamam’ diyor. Emin olmak için detaylıca soruyoruz : ‘Bir gece bir oda fiyatı öyle, değil mi?’ Sonra arkadaşlarımızı alacağımızı söyleyip koşar adımlarla valizleri ve çocukları almak üzere geri dönüyoruz. Sonunda akşamüzeri otele yerleşiyoruz. Şeyma ve benim odam çatı katında, tavan oldukça alçak ancak odaya bayılıyoruz. Çatısı tamamen kocaman pencerelerle kaplı. Yağmuru izlemek bile keyifli uzanarak. Otelin de ne denli temiz ve konforlu olduğunu fark edince keyfimiz yerine geliyor. Keşif başlayabilir.
Kendimize gelip katedral yolunu bulduruyoruz otelden aldığımız şehir haritasıyla ama zaten çok yakınız katedrale. İlk gün hayli karıştırsak da ertesi gün yer-yön olayı oturmaya başlıyor. Katedrale gelip ön cephesinin ve kulelerinin restorasyonda olduğunu görmek can sıkıcı. Hava kararmak üzere diye düşünürken katedralin önünde panaromik şehir turu için bekleyen minik beyaz trene fiyat soruyoruz. Kişi başı 6 euro ödememiz gerektiğini söylüyor 45 dakikalık tur için. Saat 18:00’da başlayacak tur için trene binmeye karar veriyoruz çünkü çocuk bize havanın 19:00’da karardığını söylüyor, pek seviniyoruz. Buz gibi ama harika bir şehir turu yapıyoruz. Santiago de Compostela inanılmaz yeşil bir şehir, böylesini görmedim. Her yanı parklar ve ağaçlardan ibaret; hem kent hem köy hayatı iç içe. Tarihi dokusu katedral çevresinden uzaklaşsanız bile devam ediyor; büyüleniyorsunuz. Apartman ve benzeri hiçbir yapı yok; bitişik nizamda beyaz ve taş evlerden ibaret tüm şehir. Galicia gerçekten başkaymış dedirtiyor insana; havasıyla ve doğasıyla. Evet, havası gerçekten çok ilginç. Birden gri bulutlar üzerinizi kaplıyor ve sağanak yağmur sizi esir alıyor yaklaşık on dakika boyunca. Ardından hiçbir şey olmamış gibi parlak bir güneş açıyor, gökkuşağı çıkıp sizi kendine hayran bırakıyor. Gün batarken güneşin şehirde bıraktığı doğal filtreyi size anlatamam. İspanya’nın en batısında, ülkede güneşin en geç battığı yerdeyiz haliyle. Kışın ortasında olmamıza rağmen havanın 19:00’da kararması biz gezginler için mutluluk verici.

Trenle şehir turumuzu tamamlarken ertesi gün nerelere gitmek istediğimize de kesin olarak karar vermiş oluyoruz. Katedralde biten yolculuğumuzun ardından yine katedrale uğrayıp ayin zamanlarıyla açılış ve kapanış saatlerini inceliyoruz. Ertesi gün pazar ve sabah 9:00’da ayin olacağını görünce bu saatte gelmeye karar veriyoruz. Katedral meydanının adı Praza de Obradoiro. Bir zamanlar katedral yapılırken burada çalışan taş işçilerinden almış adını. Kocaman bir meydan ve katedralin tam karşısında Ayuntamiento yani belediye binası bulunuyor. Katedrale arkanızı verdiğinizde ise hemen sağ tarafında ön cephesi ve kapı süslemeleriyle ünlü Hotel Dos Reyes Católicos‘u görüyorsunuz. Burası eskiden şehre gelen hacıların konaklamaları için Katolik Krallar olarak İspanya tarihine adlarını kazımış Isabel ve Fernando tarafından yaptırılmış ve 16.yy’da tamamlanmış. Günümüzde ise konaklamak için biraz lüks ancak 6 euro karşılığında da turist ziyaretine açık bir otel olarak hayatını sürdürüyor. Otelin bünyesinde yer alan Restaurante de Parador ise manzarasıyla kalbinizi fethediyor. Yemeğimizi yemiyor ancak dışarıdan inceliyoruz kendisini.

Katedralin ön cephesini bir başka meydan olan Praza de Inmaculada‘ya bağlayan bir kemerden geçiyoruz. Burada günün belirli saatlerinde gayda çalan bir kadın oluyor sürekli. Ardından Inmaculada beliriyor. Bu meydanı güneş öyle bir renkle boyuyor ki hayran kalıyoruz. Ayrıca bu meydanın önemi hacılar için de oldukça büyük çünkü Fransa yolunu takip ederek şehre gelen hacılar yollarını tamamladıklarında katedralle ilk kez bu meydandan geçerek karşılaşıyorlar.
Yine katedral civarında bir başka ünlü meydan Praza de Praterías görülüyor. Bu meydanın göze çarpanları ise 18.yy’da inşa edilmiş Casa Cabildo binası ile Fontana de Caballos. Santiago antik ve benim kalbimi fethedecek türde bir şehir, sokaklarını arşınladıkça daha da emin oluyorum. Katedral çevresini tamamladıktan sonra artık yemek faslına geçmemizde bir sakınca yok diye düşünüyoruz. Sert soğuğun (bir Madrid olmasa da) da desteğiyle kendimizi restaurantlar sokağı Rúa do Franco‘ya atıyoruz.
İlk akşamımızda yemek için aldığım notlara bakıyorum ancak iki restaurant da tatil sebebiyle kapalı. Zaten ünlü restaurantların hepsi katedralin hemen yanındaki Rúa do Franco yani Franco Sokağında yer alıyor. Notlarımdaki restaurantlar olmayınca tarihinden etkilenerek Casa Camilo‘ya giriyoruz. Sahibi fiyat açısından bize menú del día yani günün menüsünü önerip içeriğini anlatınca herkes bu menüde karar kılıyor. Yalnızca ben, deniz ürünleriyle aram olmadığı için üzülerek de olsa tortilla de patatas yiyorum. Menünün sonunda postre olarak gelen flan tatlısı ise ağır yumurta tadıyla hepimizin tabağında kalıyor ne yazık ki. İçecek ve tatlının da dahil olduğu günün menüsü için kişi başı 13 euro ödüyoruz.

İlk günü sonlandırırken gelmeden önce aldığım notlara bakarak tarihi Café Casino‘da kahve içmeyi öneriyorum gruba. Eskiden kumarhane olarak kullanılan bu kafe, mimarisi ve dekoruyla, yüksek tavanıyla bizi büyülüyor. Seyahate başlamanın keyfiyle Baileys’li güzel bir kahve içtikten sonra otelin yolunu tutuyoruz. (Kafenin eski halini görmek için web sayfasında açılan fotoğrafa bakabilirsiniz) Saatlerimizi sabah 8:30’a ayarladıktan sonra ilk günün yazısını da yazıp yatıyorum.
Alarm çalıyor; 8:30 çabucak oluvermiş. Gözümü açmaya çalışıyorum ancak gece karanlığı çöküveriyor üzerime. Acaba saatimi ayarlayamadım mı diye düşünerek hem kol saatimi hem telefonumu hem de Ipad’imi kontrol ediyorum ancak doğru; saat 8:30. Santiago’da gün henüz doğmamış. Birden karanlık çöken bu şehirde günün de aniden ağaracağına kanaat getirerek banyo sırasına giriyoruz. Saat 9:00 oluyor, henüz bir aydınlanma yok tam manasıyla. Pazar sabahı katedraldeki ayine yetişmek istediğimizden hızlı adımlarla Praza de Obradoiro‘ya geliyoruz ancak katedralin 9:30’da açılacağını söylüyorlar. Madem çok vakit yok, kahvaltı bile etmemeyi göze alarak katedrali görmek için açılış saatini bekleyelim diyoruz. Böylelikle Santiago’daki muhteşem ama soğuk gün doğumuna eşlik eden şehri Parador Restaurant’ın Monasterio de San Paio de Antealtares tarafına bakan balkonundan izliyoruz. Hava mis gibi. Katedrale giremeyince sonunda kendimizi manastırın içindeki kilise korosunda buluyoruz. Yaş ortalaması ciddi anlamda yüksek. Tek turist olarak biz de canlı yayınlanacak bu konseri izlemek için yerimizi alıyoruz. Hazırlıkların ardından yayın başlıyor ve koro ilahilerini söylerken rahip yanımıza gelip ‘Nerelisiniz?’ diyor; Türkiye deyince ‘Canlı yayında size selam göndereceğim’ diyerek gülümsüyor; teşekkür ediyorum. Açılışı yaparken gerçekten de ‘Saludamos a nuestros amigos de Turquía’ diyor ve o esnada kamera bize dönüyor.
Santiago’da gün, gerçekten enteresan başlıyor ve kısa süre sonra kahvaltımızı yapmak üzere Café Casino’nun yolunu tutuyoruz. Akşamdan ne yiyeceğim ve içeceğim belli; tortilla de patatas ve café con leche. İspanya’nın her yerinde, en kötü kafede bile kahveler enfes. Burayı bayıla bayıla anlatacağımı düşünürken omletim bayat ve ekşi gelince hayalkırıklığına uğruyorum. Hemen yenisini yapıp getiriyorlar. Üzerine birkaç damla zeytinyağı damlatılmış ve ateşten yeni alınmış; çok belli. Afiyetle kahvaltımı ettikten sonra kendimi soğuğa bırakabilirim artık.

Katedral nasıl olsa akşam 20:30’a dek ziyarete açık diye şehri turlamaya karar veriyoruz. Hazır hava açmışken katedral manzaralı parka gidelim diyor ve haritada yerini saptamaya çalışıyoruz. Yanlış parkı tespit edince biraz kayboluyor ve küçük çapta da olsa Camino de Santiago‘yu yapmış oluyoruz. Gerçekten de yürüdüğümüz yolda karşımıza bu yolu gösteren bolca denizkabuğu da çıkıyor üstelik. Yolun sonuna gelip de parkı bulamadığımızı anlayınca navigasyonumu açıp bakıyorum; şehrin dışında buluyoruz kendimizi. ‘Muhtemelen iki yıl önce tren kazasının olduğu köşe de burası’ diyerek sağanak yağmurun altında kayboluyoruz. Yağmurun geçmesini beklemek için bir köşeye sığınıyoruz. On dakika mahsuruz, belli. Belki uzun bir yol yürüyoruz ama oraları da görmek lazımmış diye düşünüyorum şimdi. Santiago’nun şehrin göbeğindeki köy yaşamını da yakından gözlemliyoruz böylelikle. Gerçekten yemyeşil yollar, tarlalar, ağaçlar ve mis gibi toprak kokusu eşlik ediyor bize bu yolda. Geri dönüp bir taksiye atlıyor ve katedral manzaralı parka gitmek istediğimizi söylüyoruz. Yanlışlıkla bizi Ciudad de Cultura denen sergi alanına getirip bırakıyor. Taksicinin telefon numarasını alıp belki bir bildiği vardır diyerek yürüyoruz bir müddet. Karşımıza çıkan herhangi bir manzara olmadığını anlayınca taksiciyi arayıp geri çağırıyoruz ve aslında gitmek istediğimiz yeri fotoğraftan göstererek bizi oraya götürmesini istiyoruz.
Meğer bu minik park aslında casco antiguo yani antik şehir merkezinin dibindeymiş; geç de olsa anlıyoruz. Buraya yaklaştıktan sonra taksimetreyi kapatıp bizi çok daha güzel manzarası olan bildiği bir yere götüreceğini söylüyor taksici ve bolca tırmanıyoruz. Sonunda geldiğimiz yer yemyeşil bir tepe ve gerçekten Santiago de Compostela ayaklarımızın altında artık. Ardından bizi asıl istediğimiz parka geri getiriyor taksici ve bu parkta biraz ıslanıp biraz da fotoğraf çektikten sonra ünlü şehir pazarı Mercado de Abostos‘u görmek için yola koyuluyoruz. Cadde üzerindeki bu pazar yerinde kırmızı etten balığa, sebzeden meyveye birçok ürün var ancak pazar olduğu için ne yazık ki kapalı; içerisini göremiyoruz. Kokusu kendisini hatırlatmaya yetiyor. Siestanın da yoğun bir biçimde yaşandığı bu şehirde derin sessizliği dağıtmak, biraz nefes ve enerji almak adına Meson Cestañas‘a girip meşhur Tarta de Santiago’dan sipariş ediyoruz. Gerçekten enfes bir tart. Yanında içtiğimiz café con leche de tüm yorgunluğumuzu alıp götürüyor.

Katedralin yakınındaki Parque de Alameda‘ya gidiyoruz ve ünlü rengarenk heykeller Las Dos Marías‘ı görüp fotoğraf çekiyoruz. Bu iki kadın 50’li ve 60’lı yıllarda Santiago’da yaşamış iki kız kardeşi temsil ediyor. Franco’nun diktatör olduğu dönemin karanlığına inat her gün renkli kıyafetleri, capcanlı makyajlarıyla bu parka gelip genç üniversitelilerle şakalaşır, flört ederlermiş. Şehrin sembolü haline gelince de 80’li yıllardaki vefatlarından sonra onları yaşatmak adına bu parka heykellerini yerleştirerek sonraki yıllarda da bu şehre gelenleri selamlamalarını sağlamış Santiagolular.


Parkı da gezdikten sonra Rúa do Franco’ya giderek hediyelik eşya dükkanlarını gezmeye başlıyoruz. Buradaki Xanela adlı dükkan favorilerimden. Bir de orijinal tişörtleri ve güzel broşlarıyla gönlümü fetheden La Fábrica de Nikis var. Bol bol hatıra ürünü alıyorum bu şehirden. Aynı sokak üzerinde meşhur Casal Coton var. Ünlü ve leziz Santiago tartını, yine Galicia ineklerinin sütünden elde edilen enfes peynir queso de tetilla‘yı ve yine bölgeye özgü bir likör olan arroz con leche‘yi buradan satın alıp tatlarına bakabilirsiniz. Ben hepsine ayrı ayrı bayıldım ancak yer problemi dolayısıyla ancak peynir ve tart alabildim. Ayrıca burada iki çeşit tart var, ikisinin de tadına bakmış olarak bahsetmeliyim ki; Tarta de Santiago hafif limon aramalı ve bademli kek kıvamında bir tart. Tarta del Apóstol ise daha yoğun bademli ve daha ıslak kıvamlı bir tart. İkisinin de kutusu 9 euro. Aynı şekilde peynirlerin de kilosu 11 euro civarında.
Santiago’daki son akşam yemeğimizi ünlü restaurant O Boteco‘da yiyoruz. Herkes kendini deniz ürünlerine hazırlamış durumda. Bense kalamar tabağı ile patates söyleyip yanında güzel Estrella Galicia birası içeceğimden eminim. Şeyma çok bayıldığı ve şehrin spesiyali olan Pulpo a la gallega yani Galiçya usulü ahtapot söylüyor kendine. Ahşap bir tablada pimentón picante baharatıyla taçlandırılmış halde gelen ahtapot küp küp doğranmış ve uzun saatler haşlanarak pişirilmiş olarak servis ediliyor. Ben bir tabak dolusu kalamar ve patates yiyerek karnımı doyuruyorum ama keyifliyim. Kalamar güzel gerçekten. Üstelik bu dev tabak yalnıca 7.90 euro ve yanında söylediğim bira ise 2 euro.
Yemekten sonra son bir kez Galicia’nın enfes havasını solumak üzere dar sokaklara bırakıyoruz kendimizi. Şehirde yaş ortalaması hayli yüksek bir topluluk ve dingin bir atmosfer hakim. Yeşil örtünün içine yerleştirilmiş taş binaların sakin tavırları insanı kendine hayran bırakıyor keşif yaptıkça.
SANTIAGO İSMİNİN DOĞUŞU
Santiago, Katolik Hristiyan alemi için Kudüs ve Roma’dan sonra üçüncü önemli şehir ve hac yolunun sonlandığı yer. Çeşitli bilgilere göre İsa’nın oniki havarisinden biri olan Aziz Yakup nam-ı diğer Santiago, Kudüs’te idam edildikten sonra diğer iki havari tarafından İspanya’ya getiriliyor ve inanışa göre bundan yüzyıllar sonra 813 yılında bir keşişe gökten bir yıldız yol gösteriyor. Keşiş mezarın yerini bulunca Asturia kralı Alfonso II de buraya Santiago de Compostela Katedrali’ni yaptırıyor.
Compostela kelimesi ise ‘yıldızlar bölgesi‘ anlamına gelir. Aziz Santiago sonsuz uykusuna burada yattığı için burası yıldızlar bölgesi olarak kabul edilir ve tam adıyla Santiago de Compostela olarak anılır. Galicia Bölgesinin de başkenti olan şehir, günümüzde kuzeybatısındaki A Coruña iline bağlıdır.

DENİZKABUĞUNUN HİKAYESİ
Eski zamanlardaki ilk hacı dönemlerinde kağıt kalem olmadığından hacıların hacı olduklarını belirlemek amacıyla boyunlarına asılan denizkabukları zaman içinde bu hac yolunu gösteren ve simgeleyen bir sembol haline gelir. Bu nedenle şehrin hemen her noktasında denizkabuğu işaretlerini görmek mümkün. Ayrıca sarı renkteki yol gösterici ok işaretleri de yine Santiago’nun ve hac yolunun en önemli simgesi.
SANTIAGO İLE İLGİLİ İLGİNÇ BİLGİLER SİLSİLESİ








Bir guzel gezi yazisi daha 🙂 2 hafta sonra santiago’ya gidiyorum, yazinizdan kopya cekecegim 🙂
Santiago yesilliklerin sehri, cok begeneceksini eminim ama yazin bile buz gibi oldugunu soyluyorlar; habeiniz olsun gitmeden:) iyi seyahatler!
Ayağımın tozuyla Santiago’dan dönmüş biri olarak yazdıklarınızı tebessümle okudum. Hele hele de benim için çok özel olan bir insan için gittiğimden hayatımda iz bırakacak bir 2 haftayı bu şehirde yaşadım. Elinize sağlık, gerçekten çok güzel bir yazı. 🙂
Cok tesekkurler, guzel izler birakabilmek onemli bu hayatta😊 Her zaman mutluluklar😊