Contemporary Istanbul, Çağdaş İstanbul. Sıfatıyla çeliştiğimiz bu ülkede belki de olayların üzerine basarak geçip sanattan masallar anlatıyoruz kendimize. İki nefes bir düşünce almak adına.

Pazar günümü sanata ayıracağım önceden belli olduğu için cumartesiden haftalık planlarımı hallediyorum ki zihnimi tamamen sanat fuarına kanalize edebileyim. Birkaç gün öncesinden iki arada bir derede vakit bulup Istanbul Art News CI 2015 özel sayısında okuyup bilgi edindiğim fuarı ancak son gününde görebileceğim diye de hayıflanıyorum lakin başka çare yok. Kapitalizme takılıp kalmasam perşembe sabahı gezip bitirmiştim fuarı oysa!
Neyse.



Pazar günü, hava harika. Nadiren kendimi erken kalkmaya zorlarım; bu tür geçerli sebeplerim olduğunda. Özgür’la gideceğim. Sanatçıyla sanat konuşmak ve görmek başka oluyor benim için. Seviyorum. Ancak evdeki hesap çarşıya uymayınca fuarın yolunu tek başıma tutmak zorunda kalıyorum.
Avrasya Maratonu sağolsun biraz gecikmeli ve zorlu da olsa Lütfi Kırdar’a varıyorum. Öncelikle şunu belirtmek zorundayım ki, böylesine büyük bir organizasyon için yeterli yön gösterici yoktu girişte maalesef. İçgüdülerinize dayanarak ve tahmin yürüterek -5’teki fuar girişini buluyorsunuz. Bir şekilde geliyorsunuz da, kafanız bomboş olmalı kesinlikle.



İki ayrı binaya yayılan sergi A1-A2-A3 ve B1-B2 gibi bölümlerden oluşuyor. Girişte kat planı almazsanız işiniz zor ama içeride de bazı masalarda bulmanız mümkün. Önceden bilgi edinerek gittiğim ve birkaç eseri sosyal medyada gördüğüm için nelerle karşılaşacağımı az çok kestiriyorum ancak bu denli büyük bir fuar beklemiyorum. Dünyanın birçok yerinden gelen galericiler, kendi ülkemin galerileri ile harmanlanmış ve İran sanatını da ortalarına alarak kozmopolit bir fuar yaratmış. Fuar keyifli, fuar ilgi çekici. Benim aklımda kalanlar ise o kalabalığın içinde zihnime ve fotoğraf makineme not ettiklerimle sınırlı. Ansiklopedik bilgi bir yana dursun, ben biraz kendi yorumumdan ve fuardan çıktıktan sonra yürürken kendimle yaptığım konuşmalardan bahsedeceğim size biraz.
Çağdaş sanat nedir? Anlamsız mı? Bir kağıdı kes, tuvale tek çizik at, pet şişelerini yan yana diz sanat olsun (mu)?!
Çok uzun zamandır çağdaş sanat kavramını kafamda oturtmaya çalışıyorum. Çok sergi geziyorum, fırsat buldukça okuyorum, Özgür’le konuşuyorum ama fuara dek kafamda oturmayan çok şey vardı. Bugünle birlikte sanırım çağdaş sanat, hayatımda bir yer edinmeye başladı iyiden iyiye.


Londra’da son zamanlarda öne çıkan Türk sanatçı İhsan Oturmak’la sergisini açan galerici hanım, sanatçının ilerleyen yıllarda çok daha yükselişe geçeceğini anlatıyordu bir arkadaşına. Sanatçının tablolarında din teması ön plandaydı.
Basel’den gelen konuk Licht Feld Galeri’de ise uzun kuyruklar, kamerasından kopamayan kalabalıklar vardı. Video-heykel eserleriyle benim de ilgimi çok fazla çeken İsviçreli sanatçı MARCK, çağdaş sanata güzel bir şekil vermiş yaratıcı zihniyle.
İstanbullu Galeri 77’de ise güzel bir atmosfer vardı. Stantlarının ortasındaki masada toplanmış bir grup güzel ve dopdolu insan şaraplarını yudumlarken sanat konuşuyorlardı. Bir süre onlara bakakaldım, mutlu oldum içimden nedense. Burada öne çıkan eserler Ara Alekian’ın metal heykelleriydi kuşkusuz. Bir de Daron Mouradian’ın enfes tabloları elbette. Kusursuz yapılan eserler ister istemez baş döndürüyor.
Tanıdık bir isim de vardı fuarda : Kemal Tufan. Tanıdık dediysem, dolaylı elbette. İsmen tanıdığım Özgür’ün okuldan hocası heykeltraş Kemal Tufan. PG Art Gallery’ye doğru kitaplardan yapılmış dolma kalem heykeli beğenerek yaklaşırken önce Kemal Tufan’ı sonra da ismini görünce heyecanlanıp fotoğraflayıverdim hemen. Eşzamanlı olarak bir tane de Özgür’e gönderdim.

VOGUE Türkiye, İranlı sanatçı kadınlarla güzel bir röportaj yapmış ve B1 ile A2 geçişi arasına serpiştirivermiş, çok da güzel olmuş. Belki de her birini özetler nitelikte olanını fotoğrafladım, gurur duydum kendimce.


Fuarın şüphesiz en çok konuşulan ve fotoğrafları sosyal medyadan düşmeyen sergisi Bahadır Baruter’in Mukadderat adlı sergisiydi. Beyaz kefene atıfta bulunan Baruter’i de en az yazar eşi Mine Söğüt kadar seviyorum. Ailecek kapımız, gönlümüz her daim açık onlara. Su dolu fanuslardaki bembeyaz heykeller tuhaf ama iç gıcıklayıcı bir his bırakıyor insanda. Sorgularken hak vererek uzaklaşıyor insan.



Hangi ülkeler ilgimi çekti, nelerden hoşlanmadım diye kendimce kafamda karalamalar yaparken Amerikan sanatını sevmediğimi fark ettim. Beni memnun etmeyen bir şeyler var yeni dünyanın sanatında nedense – derken tüm tabularım yerle bir oldu. Carole Feuerman, Amerikalı hiperrealist heykeltraşın enfes ‘Swimmers’ sergisi sanırım herkesin ilgi odağıydı. Hatta belki de serginin altın yıldızıydı diyebilirim. Yüzücülerin tenlerindeki su damlacıkları bile insanda dokunma hissi uyandırıyordu. Çok sevdim.




Bizim oralardan tanıdık birileri de vardı elbette; JOÁN MIRO. Gülümsettiler beni hiç beklemediğim bir anda. Barcelona’dan kalkıp gelmiş Galeria Joan Gaspar.

Galeri İlayda’nın Derya Özparlak imzalı heykelleri de gerçekten başarılıydı. Bir tanesinde kendimi gördüm, kendime üzüldüm. Sanata konu olmuşum ama ağlayanım yok.


Bizlerden ünlü bir isim Bedri Baykam da oradaydı. Atatürk dolu eserleri vardı, çok sevdim. Bir de The Beatles’ın Yellow Submarine’ini yapmış kendi yorumuyla, ‘Imagine’ dedim; o zaman olur.


Fuarda yeni keşfettiğim İspanyol heykeltraşı ise hemen Özgür’le de paylaştım. Bir parçası eksik heykelleriyle kalbimi fetheden Jesús Curiá’yı İspanya’da yakalarsam peşindeyim bundan böyle.


Ay ile başka bir ilişki kuran sanatçı Giacinto Bosco’nun eserleri de hayatımın bir parçası artık.


Fuarın belki de en çok gitmeden bilinen eseri Yaşar Şaşmazer’indi. Özellikle diğer eserlerini kat kat daha çok sevdim.

Jean François Rauzier’in hiper fotoğrafları da karşısına geçip saatlerce incelenecek kadar keyifliydi. İstanbul, başroldeydi.


Son olarak sergiyi Türk sanatçı Nihal Martlı’nın ‘Only the painters left alive’ adlı eseriyle kapadım, bence çok anlamlı oldu. Hatta ben fuara dair, sanata dair adını ‘Only the artists and writers left alive’ olarak değiştirebilirim. Çünkü dünyanın tek gerçeği bu belki de.
